16 Ocak 2010 Cumartesi

YIN YANG



Tanımını tam anlamıyla veremeyeceğimiz, sürekli örneklerle açıklamaya çalışacağımız zor bir konuyu seçmiş bulunuyoruz.

“Nurten Hanım’ın çift yumurta ikizi çocuklarından kız olanının adı Rüzgâr, erkek olanının adı Toprak’tır. Doğdukları günden itibaren, aralarındaki belirgin farkları görmek mümkündür; Rüzgâr, sakin ve kendi halinde iken, Toprak gürültücü ve fazla hareketlidir. Şu anda yaşları 13 olan bu kardeşlerden kızımız fazla sorun çıkarmadan büyümüş, oğlumuz ise bir kol, bir ayak kırığı ve bir beyin sarsıntısı yaşamasına rağmen bugünlere varmayı başarmıştır. Rüzgâr, sakin görünümlü, korunaklı, tedbirli, kurallara sıkı sıkıya bağlı, çabuk hiddetlenen, öfkesini çabuk yenemeyen, buna rağmen duygularını gizlemeyi başaran bir çocuktur. Toprak ise çok hareketli, başını sürekli belaya sokacak kadar disiplinsiz, tembel fakat yaratıcı, burnunun ucunu göremeyecek kadar plansız, kalbi çok çabuk kazanılabilen ve iyimser bir çocuktur. Hem birbirlerine hem de kendi içlerinde tezat olan bu çocuklar karşıtların birliğinin sanki canlı birer örneğidir.”

Her şey, iki karşıt kutba sahiptir ve birbirlerinden asla ayrılmazlar. Bu karşıt kutuplar, hayatımızdaki hareketliliğin (devinim) sebebidir. Evrenin sonsuz – aralıksız deviniminin özünde karşıtlık “YIN YANG” vardır. En mutsuz olduğumuz andaki mutlu olma isteğimiz, en mutlu olduğumuz anda gözümüzün dünyayı görmeyecek kadar tedbirsizleşmesi gibi her zaman, her yerde, her şey, karşıtını daima içinde bulundurur. Bu görüş tarihi çok eski olan ÇİN kaynaklı TAOİST felsefenin özüdür.

KARŞITLAR, SAVAŞ VE BİRLİK İÇİNDEDİR…

Bir hücre düşünün. Kaynağı belirsiz bir huzursuzluk içine giriyor. Huzursuzluğu hücrenin içinde bir hareketlenme yaratıyor. Hücre çekirdeği iki farklı kutba doğru aynı anda çekilmeye başlıyor. Bu acı verici savaşın sonucunda çekirdek ikiye bölünüyor. Peşinden hücre de buna dayanamıyor ve ikiye bölünüyor. Artık elimizde iki hücre var fakat savaş sona ermiyor. Her yeni hücre bu savaşı kendi içinde devam ettiriyor ve bölünüyor – bölünüyor... Anne rahminde başlayan bu süreç, sonunda bir bebeğin doğumunu yaratıyor. Bebek doğumdan sonra aynı savaşın sürmesi sonucu büyümeye devam ediyor. Artık etrafında olup bitenlerden haberdar olacak kadar olgunlaşıyor. Ölene dek mutluluklara ve üzüntülere şahit olacak. En kötümser anda umut etmeyi, en mutlu olunan anda tedbiri elden bırakmamayı öğrenecek. Geceye ve gündüze, iyiye ve kötüye, soğuğa ve sıcağa şahit olacak… Ve nice diğer karşıtlara… Çok sevdiği birinden gün gelecek nefret edecek, bu nefret sonra yerini tekrar sevgiye bırakacak… Kafasının en karışık olduğu anlarda, içinde başlayan savaş onu huzura erdirene dek sürecek ve sonucunda bir şeyler üretecek. Hayat, karşıtların birlik içinde fakat birbirleri ile savaşan aksiyonu ile zenginleşip devam edecek…

KARŞITLAR BİRBİRİNE BAĞIMLIDIR…


Birbirine karşıt iki kavramı ele alalım: Işık ve Karanlık… Bu iki kavram hem savaş halindedir hem de birbirlerinin varlık sebebidir. Karanlığı telaffuz edebilmek için ışığa, ışığı telaffuz edebilmek için karanlığa ihtiyaç vardır. Karanlık ışıksızlıktır. Işık ise karanlıksızlık… Biri meydana çıkarken diğeri kenara çekilir fakat ışığın içinde karanlık noktalar karanlığın içinde de minik ışıltılar her zaman mevcuttur. Bu savaşı sırayla kazanırlar, gece ve gündüz ortaya çıkar. Güneş ayı kovalar, ay güneşi… Hangisi kaçmaktadır ya da hangisi kovalamaktadır bilinmez… Bilinen tek gerçek; savaşın kesin galibi olmamakta ve bu sayede hayatın devamı sağlanmaktadır. İşte buna denge denir.

KARŞITLAR ZAMAN İÇİNDE BİRBİRLERİNE DÖNÜŞÜRLER…

Mutluluğa en çok ihtiyaç duyduğumuz an, en mutsuz olduğumuz andır. Mutluluk için çaba sarf etmeye başlarız çünkü mutsuzluktan uzaklaşmak isteriz. En başarısız olduğumuz anda durumu değiştirmek için var gücümüzle işin başına geçeriz. En mutlu ve başarılı olduğumuz anda ise çaba sarf etmeyi bırakır, işin keyfini sürmeye başlar ve tembelleşiriz. Tembellik ise bir sonraki derdimizin sebebidir. Kendimizi masa tenisi oynanan bir zeminde, bir o rakete bir bu rakete çarpan oyun topu gibi buluruz ve hayat böyle sürüp gider; bir aşağı – bir yukarı.

YIN : Gece - Kadın - Soğuk - vs…
YANG : Gündüz - Erkek - Sıcak - vs…

Bizler özneyiz, duygularımız ise hayattaki yönümüzü tayin eden yakıtımız, kararlarımız ise duraklarımız ve tıpkı bir çemberi dolaşır gibi sonunda benzersiz bir şekilde en başa döneriz…


Şekil YIN YANG felsefesini özetlemektedir. Birbirine eşit ve birbirini bütünleyen iki karşıt durum iç içedir ve kendi içlerinde bir miktar karşıtlarını barındırmaktadır. Bu durum 8. sınıf matematik dersinde öğretilen fraktal konusunda olduğu gibi sonsuza dek iç içe devam etmektedir. Evrendeki her olay, bu karşıtların savaşı ve birbirine dönüşmesi şeklinde gerçekleşir. İnsanın duyguları da aynı mekanizma ile işler. Bu karşıtların savaşı sonunda denge oluşur. Denge yaşam ile eş anlamlıdır.


“Ne kadar üzgün olursan ol, umudunu kaybetme… Ne kadar mutlu olursan ol tedbiri elden bırakma” ya da “tembellik bir haktır, ancak çalışarak kazanılır” ya da “Ne kadar tembellik edersen, o kadar çalışmak zorunda kalırsın”

12 Ocak 2010 Salı

ZEKİ AMA TEMBEL OLMAK… TEMBEL AMA ZEKİ OLMAK…






Bölüm 1: Zeki Ama Tembeller…



Birçoğumuzun kulakları alışıktır bu tanıma; “Benim çocuğum zekidir ama çok tembellik ediyor…” Aslına bakılırsa bu bir eleştiri midir, övgü müdür, orası pek anlaşılmaz. Genelde çalışmayan öğrencinin nazikçe motive edilmesi için kullanılsa da sonuçlar beklenenin tam tersini verebilir, öğrencimiz; “tembelim ama zeki olduğum için vakit bulunca işlerin üstesinden gelirim” ya da “Zeki olduğum için tembellikten vazgeçmeme gerek yok” diyebilir. “Ama! Ama! Ben ne yaptım motive edeyim derken uyuklayan bir canavar mı yarattım?” Şaka bir yana gerçekten çok ciddi bir vakadır: “Zeki ama tembel olmak”



İster sınava hazırlanalım ister yalnızca okul derslerine çalışalım, hepimiz iyi biliriz ki, ders çalışmak dünyanın en keyifli işi değildir. Ders çalışmanın keyifsiz görünmesi işleri ertelememize sebep olabilir. Ertelenen işler biriktiği zaman yükün altından kalkılamayacak boyutlara ulaşır. En sonunda da; “işler çok birikti, artık mümkün değil yapamam” durumuna gelirsek çalışmamak için en güçlü mazeretimize kavuşmuş oluruz. Tembellik, bu şekilde kendi kendini besleyen bir mekanizmaya sahiptir. Notlar düşer ya da hedeflerden uzaklaşılırsa birileri gelip, “sen çok zekisin ama tembelsin” deyiverince hiçbir şey yapmadığımız halde kendimizi sevmemiz için bahane bulmuş oluruz. Kendimizi her şeye rağmen sevmek iyidir fakat işler birikirken kılımızı kıpırdatmamak ta pek hoş bir durum değildir.

Anlaşılıyor ki maksadını aşabilen bir sözdür, “Tembel ama zeki” yakıştırması… Çalışmayan öğrenciyi övmek gibi anlaşılabilir ve henüz tedavisi de bulunamamıştır.

Zeki ama tembel olmak yerine, Tembel ama zeki olmayı başararak belki sorunumuzu çözebiliriz.


Bölüm 2: Tembel Ama Zekiler…



Resimde bulunan su testisi bundan 200 Bin yıl önce “tembel ama zeki” bir insan tarafından icat edilmiştir. İsterseniz hikâyemizi anlatmaya başlayalım.

İnsanlar bundan 200 bin yıl önce, şu an sahip olduğumuz düşünce gücüne ve bilgi birikimine ulaşmamışken, geceleri buldukları mağara ve ağaç kovuklarında uyuyup, gündüzleri avlanıp meyve ve yaprak toplayarak yaşıyorlarmış. Susadıkları zaman güvenli mağaralarından çıkıp, vahşi hayvanların arasından sıyrılıp nehir ya da göl kenarına gidip midelerini tıka basa suyla doldurduktan sonra aynı yolu tekrar geri gelirlermiş. Bu iş her gün tekrar etmek zorunda oldukları, sıkıcı – yorucu ve vahşi hayvanlardan dolayı tehlikeli bir işmiş. Bu insan sürülerinden birinde gerçekten de tembellik konusunda dünya şampiyonu sayacağımız Moe adında bir mağara adamı yaşarmış. Moe, o kadar üşengeçmiş ki, susuzluğunu gidermek için diğerleri ile nadiren su kenarına inermiş. Tembelliği yüzünden diğerleri tarafından hiç sevilmezmiş. Moe yine su kenarına inmediği haftaların sonunda susuz kalmış. O kadar ki dili – derisi çatlamaya başlamış. Tüm gücünü toparlayarak diğerlerine katılmış. Kurumuş dudaklarını kafasıyla birlikte suya sokar sokmaz müthiş bir iştahla içmeye başlamış. O sırada dengesini yitirip suyun içine yuvarlanmış. Kalkmak için doğrulurken avuçları tesadüfen kap şeklini almış ve sudan çıktığında avuçlarının içinde bir su birikintisi oluşmuş. Su dolu avuçlarını fark ettiği an, çılgınca bağırıp çağırmaya başlamış. Bize şu an için çok basit görünen ama çağı için müthiş bir icat aklına gelivermiş. Eğer uygun bir yol bulursa “taşınabilir su çukuru” yaparak, suyu mağaraya, tembellik yaptığı tüneğine taşıyabileceğini fark etmiş. Diğerlerinin meraklı bakışları içinde avuçlarına aldığı suyu yanında götürmeye çalışmış ama başarılı olamamış. Sonra su kenarına açtığı yan yana duran çukurların birinden diğerine su taşıyarak mağaraya ulaştırmaya çalışmış ama bu da çok zahmetli bir yolmuş. Karnını suyla doldurduktan sonra diğerleri ile mağarasına geri dönmüş fakat bizim Moe eski Moe olmaktan çıkmış. Diğerleri uyurken o deliler gibi mağaranın etrafında koşturup bir şeyler yapıyormuş. Aradan aylar geçmiş ve bizimki diğerlerinin ömrü boyunca şahit olmadığı garip bir cisimle su kenarına inmiş. Elindeki kilden yapılmış koca su testisini suya daldırıp ağzına kadar su ile doldurup çekiştire çekiştire mağarasına götürmüş. Sürünün diğer üyeleri hayretler içinde Moe’nun yaptığı testinin aynısına sahip olmak için peşine takılıp yalvarmışlar. Daha önce tembelliği yüzünden diğerlerinden saygı görmeyen Moe, tembellik hakkı için aylarca çalışıp ürettiği su kabı sayesinde itibar kazanmış.
Anlaşılan: Tembel insanlar, hayatı kolaylaştırmak için sahip olduğumuz teknolojiyi yaratan kişilerdir. Hatta tembelliği o kadar severler ki, bunun için deliler gibi çalışmayı göze alabilirler.

ÇOCUKLARIMIZI TANIMAK İÇİN ZİHİN JİMNASTİĞİ

İletişim için çok önemli olan bazı kavramların üzerindeki tozu silkelemeyi ve çocuklarımızın içinde bulunduğu yaşların penceresinden dünyanın nasıl göründüğünü anlatmayı deneyeceğiz. Hepimize bol şanslar.

“İletişim, tüm kapıların anahtarıdır. İnsanın kişi ya da nesne ile kurduğu temas ve bu temasın sonucunda edinilecek karşılıklı dönüşüm, anahtarı kullanma becerisine bağlıdır.”

İki Farklı Dünya… İki Farklı Kavram


Sezgiler;
İnsan yavrusu, yeryüzündeki en zayıf canlıdır. Hayatının ilk dönemlerinde yetişkin bakımına tamamen muhtaçtır. Kendini korumak, devam ettirmek ve geliştirmek için hiçbir tecrübesi yoktur. Tüm bu eksikliğine rağmen iyi ve kötü arasındaki ayrımı hissetmesini sağlayan, kaynağını henüz keşfedemediğimiz, içgüdüsel olduğuna inandığımız ilkel bir karar mekanizması olan sezgilere sahiptir. Çocuk, anne karnında iken annesinin varlığını anlar. Doğumla birlikte annesinin, daha ilerideki dönemlerde babasının kendisine ne kadar ihtiyaç duyduğunu ve onu ne kadar sevdiğini gizemli bir şekilde hisseder. Bunu tanımlayamaz. Bundan kişisel yargılar çıkaramaz fakat gelecekteki hislerini şekillendirebilecek, özellikle de güven duygusunda önemli rol oynayacak, bilinçaltında izler bırakır.
Burada verilen bilgiye odaklanırsak, çocuğumuzun bilinçaltındaki izlerini, onunla kurduğumuz iletişim sürecinde geri plandaki bir fon müziği gibi hissedebiliriz. Belki de geçmişte yaşamış oldu bazı güvensizlikleri iyice pekiştiren davranışlar sergilediğimizi anlama şansı yakalarız.

Önyargılar;


Sezgiler yaşlandıkça kaybedilir. Daha doğrusu yerini tecrübeler almaya başlayınca kullanılmaz ve unutulmaya yüz tutar. Yaşam içinde tanışılmış olumlu – olumsuz tüm tecrübelerin bileşkesi olan önyargılar, algılamayı – öğrenmeyi sağlayan ve bu süreci yavaşlatan ikili bir karakter taşır. Yeni bilgi eski bilginin üstüne inşa olduğu gibi bazen eski bilgi yeni bilgiyi engeller. Yetişkinlerin hemen hepsi karşılaştıkları yenilikler karşısında olumlu ya da olumsuz önyargılarını harekete geçirirler. Bunun sonucu olarak, öğrenmeye, kendini geliştirmeye ve değişime daha dirençli de olurlar. Çocukların yetişkinlerle iletişim kurmaya çalışırken çarptığı en sağlam duvar da budur ve yapılacak tek tavsiye bu önyargıları harekete geçirmek konusunda aceleci olmamaktır. Yetişkinin dünyasındaki pozitif yargıları çocukla paylaşabilecek uygun anı oluşturmadan harekete geçmek yalnızca tartışma – fikir ayrılığı ve kavga üretir. Yetişkinler bu şekilde çocuklarına ancak olumsuz önyargılar edindirebilirler.

Tanımlamış olduğumuz bu iki kavram, yetişkinler ve çocuklar arasındaki iletişimin üreteceği sonuçları doğrudan etkileyen bireysel ve psikolojik unsurlardır. Bu iki kavramın tanımından üretilecek bilgi ve bu bilginin kullanımı, yetişkinlerin sorumluluğundadır. Çocuğun bu kavramları analiz etmesi umulabilir fakat pratikte arzulanan sonuçlar edinilemez. Çünkü çocuk, yetişkinlerin anlamakta güçlük çektiği ya da küçümsediği farklı bir evrende farklı sorunlarla uğraşmaktadır ve soyutlama becerileri tecrübelerle henüz pekişmemiştir. Bu bilginin üzerine 12. Yaştan itibaren çocuklarda yaşanan değişimlere değinelim.


Çocuğun, Anne Baba Tarafından Kontrolü 12. Yaştan Sonra Zayıflar.
Çocuk, Kendini ve Dünyayı Tanımaya Başlıyor


Çocuklar özellikle de 12 yaşından sonra anne - baba sevgisi ve onayı ile yetinemezler. Tanışılmış ya da tanışılacak diğer insanların kendileri hakkında olumlu düşündüğünü bilmek, onları etkilemek, en azından üzerlerinde olumsuz fikir yaratmamak ister. Alışmış olduğu kesintisiz sevgiyi, hayatın her anında her insandan bulmayı diler. Bu çaba için gerekli olan soyut zekâ, tecrübe açısından henüz eksiktir ve hayal kırıklıkları üretecek kadar da iyimserdir. Yetişkinler için küçük gibi görünen başarısızlıklarda yıkım yaşamalarının sebebi de bu iyimser ve tecrübesiz telaştır. Anne babalar bu andan sonra, yetersizleşebilir. ( diğer bir tabir ile “karizmanın” azalması) Ezberlenen yön gösterici ve uyarıcı cümlelerden sonuç alınamayınca şaşkınlık yaşanır.

Yetişkinler çocuklarının ergenlik döneminde duracakları doğru mevziiyi bildiklerini ne kadar iddia etseler de bu süreç zamana yayılmış biçimde yaşanmaktayken, ansızın belirmiş gibi görünür. Basit konularda bile iletişim kurmak zor bir işe dönüşür. İletişimin en güç olduğu nokta, çocuğun sorumluluklarının hatırlatılmasında yaşanır. Bunun sebeplerini sırasıyla belirtelim:
1- Erken çocukluk ve çocukluk yıllarındaki sınırları dar dünyaları genişlemiş, yeni nesneler, kişiler, olaylar ve sorunlar ortaya çıkmıştır.
2- Yeni karmaşık dünyanın hazırlıksız durumları karşısında ürkekliğe rağmen merak duygusu kuvvetlenmiştir.
3- Eskiye göre daha güçlü ve becerikli bedenlerini sürekli sınama ihtiyacı hissetmeye başlamışlardır.
4- Kendilerini tüm özellikleri ile yaşıtlarının arasında analiz eder, kişisel ve sosyal sonuçlar üretir, güçlü ve eksik yanlarını öğrenmeye çalışırlar.
5- Eskiden oyun arkadaşından öteye geçmeyen karşı cins, şimdi düşüncelerin belli bir kısmında yer bulmaya başlar. Karşı cinsi etkilemek için daha önce sergilenmeyen bazı davranışlar belirir.
6- Gerçek hayatın hiyerarşisinde alt basamaklarda oldukları için, bilgisayar – TV gibi yargı ve dayatma yapmayan sanal ortamlarda kaybolup gitmekten hoşlanırlar. Bu cihazların başında uzun süreler harcamaktan çekinmezler.

Kısacası orta ve uzak vadede geleceklerini ilgilendiren sorumluluklar, anlık isteklere ve akranları arasındaki konumlarını güçlendirme çabasına boyun eğer. İşte tam bu noktada, yetişkinler ve çocuklar arasında anlaşmazlıklar ortaya çıkar.

SINAVA DOĞRU OKUNMASI GEREKEN ÖYKÜ… HER ZAMAN BİR YOL VARDIR!

Geçen yıl sınava hazırlanan öğrencilerim için, TUBİTAK patentli bazı zekâ sorularını derliyor ve dershane binasındaki panolara asarak, ilk çözen öğrencime 1 TL para ödülü veriyordum. Bu sembolik para ödülü ile yetinmeyip soruları çözmeyi başaran öğrencilerimin isimlerini panoya asıp tebrik ediyordum. Öğrenciler itibar ve para kazanacakları bu sorulara oldukça ilgi gösteriyorlardı. Biraz dikkat ve tarih bilgisi gerektiren bir soru şu şekildeydi:
“Bin dokuz yüz otuz üç yılında bir alman gazetesinde şu haber yayınlanmıştır: 2. Dünya Savaşı pilotlarından Matias Sammer önceki gece kalp spazmı geçirerek yaşamını yitirmiştir. Böyle bir haber imkânsızdır. Sizce neden? Soruyu ilk cevaplayan öğrencimizin adı soyadı bu panoda yer bulacak ve 1 TL para ödülü kazanacaktır.”
Sorunun bulunduğu panonun önünde gözüme çarpan ilk öğrencim, ders çalışmayı, okula ve dershaneye gitmeyi gerçekten işkence olarak kabul etmiş, ilgisini bu konulara çevirebilmek için çok çaba sarf etmemiz gereken oldukça zorlu birisiydi. Soruyu tekrar tekrar okuyup, derin düşünceler içine girmesi oldukça ilgimi çekmişti. Merakla gözlemeye ve ne yapacağını beklemeye başladım. 8. sınıfta, yaşıtlarına göre biraz kısa görünen hafif kilolu ve sempatik gülümsemesini yüzünden düşürmeyen bu erkek öğrencim yanıma geldi, yüzüme baktı tam bir şeyler söyleyecek gibi oldu sonra vazgeçti. Sonra ilgisini kaybedip uzaklaştı. Ben de umudumu yitirip odama geri döndüm. Aradan on beş dakika geçti ve kapım çalındı. Gelen bizimkiydi. Yüzünde kararlı bir ifade ile bakışlarını yüzümden eksiltmeden direkt konuya girdi.
- Hocam! Sizinle bir anlaşma yapmaya geldim. Eğer izin verirseniz panodaki sorunun cevabı için bir teklifim var.”
Ona sorunun teklifi değil sadece bir doğru cevabı olduğunu hatırlattım. Bana;
- Tamam işte… Ben de cevap konusunda bir teklifte bulunmak istiyorum.
Merakım prensiplerimi yenince teklifini dinlemeye karar verdim.
- Sayın hocam tahmin edeceğiniz üzere ben bu soruya cevap veremem ve eminim ki o soruya doğru cevap verecek bir öğrenci çıkacaktır. Böylece siz 1 TL ödülü önünde sonunda birine vereceksiniz. Teklifim sizi bir zahmetten kurtaracak, ben de bunun karşılığında itibar kazanacağım. Cevap yerine şunu öneriyorum; Siz bana sorunun doğru cevabını verin, ben de ödülün yarısını size bırakayım. Ne dersiniz?
Ne mi yaptım? Hiç tereddüt etmeden büyük bir keyifle kabul ettim ve ödülün yarısını öğrencime verip adını koca puntolarla panoya astım. Öğrencimin ailesine telefon açıp aramızda geçenleri paylaştım. Tembelliğinden ve dağınıklığından sürekli şikâyet edilen öğrencim hakkında ailesine övgü dolu cümleler kurdum. Yaklaşmakta olan sınavdan hangi puanı alırsa alsın kendini mutlu hissedeceği her hangi bir alana yoğunlaşırsa (ki tahminin ticaret hayatı olacak) başarılı olabileceğini belirttim. Elbette ki ayakları yerden kesilmiş övgülerin, aile ile aramızda kalmasına özen gösterdim.
Öğrencimin yaratıcı çözüm teklifini ve bu teklife verdiğim tepkiyi analiz edelim: Eğer teklif karşısında tutucu davranıp kurallara uymaya çalışsaydım, kuralların yeniden inşa edilemeyeceği mesajını vermiş ve öğrencimin yaratıcılığına ket vurmuş olurdum. Genelde eleştirilmeye ve azarlanmaya alışmış olan öğrencim, etrafında sürekli övgüler alan, sınav sistemi içinde tutunabilmiş başarılı öğrencilerin arasında yokları oynamaya devam etmiş olurdu. Sınava dört ay kala en azından ona verdiğim ödevleri yaptı.
Herkesin fark edilmeye ihtiyacı vardır. Özellikle ergenliğin tam ortasında debelenip duran, yetmezmiş gibi sürekli kıyaslandığı için başarılı olanlara düşmanlaşmış, başarılı olmaya yabancılaşmış ve kendi kaderini paylaşanlarla yakınlaşıp, eleştirildiği noktalarda kemikleşen bu çocukların, fark edilmeye daha fazla ihtiyacı vardır. Gençleri elemeye tabii tutan sistemler ne yazık ki tutunabilen ile tutunamayan arasında uçurum yaratıyor. Bu uçurum, birbirinden hoşlanmayan iki ayrı kültür ve muamele yaratıyor. Aileler ve öğretmenler bu ayrıntıları ihmal ettikçe, uçurum derinleşiyor. Haydi, bunun için bir öykü uyduralım hem komik hem de trajik olsun;


Sınav sonuçları başarılı olan bir sınıfın kapısına, o sınıfın başarısına yetişmeye çalışan başka öğrenciler, yanlarında getirdikleri avuç dolusu ot ve yaprak bırakıyor. Bu duruma karşılıklı gülüp eğlenmelerine rağmen içlerindeki rekabet duygusu ve yapılan şaka düşmanlık ta üretiyor. Şimdi bu olayı analiz edelim. Bir tarafta tutunabilmek için çok çaba sarf eden ve karşılığını gören çocuklar, diğer tarafta onları yakalamak için uğraşan ya da hayat yolunda başka ameller geliştirmek zorunda kalmış olanlar. Bir taraf beğenilmek, onaylanmak ve fark edilmek için hayatının eğlenceli ve farklı alanlarda yaratıcı olabileceği zamanını feda etmiş, diğer taraf bunu başaramayınca işi türlü muzipliklere dökmüş. Birbirine yabancılaşmış her iki öğrenci davranışının özünde de fark edilmek yatıyor. Demek ki yolun başında hiç de farklı değiller. Onlara kızıp bağırırken, yanlışı gösterip, doğruyu öğretirken acaba kimlerin hangi doğrusunu öğretiyoruz. Doğru bildiklerimiz aklımıza hayalimize sığamayacak bambaşka doğrulara engel olmasın sakın. Eleştirmek çalışmalarını sağlamayacak, biraz da yetenek avlayalım.

EVE SBS GİRDİ!

SINAV ÇOCUKLAR TARAFINDAN NASIL ALGILANIYOR?
Türkiye, sınavlar ülkesidir.
Ülkemizde her yıl yaklaşık olarak üç milyon çocuk SBS’ ye hazırlanıyor. Hazırlık olarak tarif ettiğimiz bu süreç, sınav anını sürekli hissettiren bir rekabet olarak yaşanıyor. Eğitim kurumları ve aileler bu sınavın çocuklar tarafından algılanabilmesi ve sınava dair uygun davranışların üretilmesi için çaba gösteriyor. Çalışmaları organize eden eğitimciler ya da aileler yarıştan – kazanmaktan – kazanmak için yapılması gerekenlerden bahsediyorlar. Gençler söylediklerimizi acaba nasıl anlıyor?
- Gelecekte arzu ettiklerimi gerçekleştirebilmem için karşımdaki ilk ciddi engelmiş…
- Bu engeli aşmam için keyifli çocukluğumu belli ölçüde ertelemem gerekliymiş…
- Sınava hazırlanmak, arkadaşlarımla rekabeti gerektirirmiş…
- Amaçlarım için 3 yıl boyunca çalışmaktan hiç vazgeçmemeliymişim…
- 3 yılın sonunda gülmem için bir sürü sıkıntılara katlanmalıymışım…
- Hazırlık boyunca elde ettiğim başarılar benim için mutluluk kaynağıymış... Bunların dışında elde edeceğim mutluluklar geçici ve faydasızmış…
Görüldüğü gibi onca eğlenceli işin arasında öğrencimizden istediğimiz sorumluluklar, ancak bu kadar sempatik görünebiliyor. Sınavın çok ciddi hazırlık gerektirdiği şüphe götürmeyen bir gerçek olmasına karşın bunun ifadesi mizahtan yoksun bırakılırsa istekleri azalabilir. Gençlerin değiştirme ya da sorgulama şansı bulamadığı ve kendilerini sürekli sınamakla meşgul olan bu sınavlar, orada – kendi halinde – her fırsatta ciddiyetini gölge gibi hissettirirken biz eğitimciler ve aileler bu duruma farkında olmadan bin katabiliyoruz.
Stres, organizmanın biyolojik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamakta yetersizlik yaşamasıyla ortaya çıkar. Birçok canlı türü üzerinde yapılmış stres araştırmaları, kendini güvende hissetmeyen, gergin organizmanın rutin işleri gerçekleştirmekte bile çok zorlandığını gösteriyor. Kendi içimizde bir deney yapalım… “Sınav çok ciddi” cümlesini içimizde 50 kez tekrar edelim. Önce sıkılmaya başlayacağız, ardından da kurduğumuz cümlenin ifade ettiği ciddiyeti önemsemeyecek biçimde yabancılaşacağız.
Özetlersek; öğrencilerimize sınavın ne anlama geldiğini, hayatları için ne tür bir rolü olduğunu belirtmek, yalnızca hazırlık sürecinin açılışını yapmaktır. Hazırlık ise öğrencinin potansiyeline tam anlamıyla ulaşmasını amaçlayan süreçtir. Bu süreçte onlara destek olmak adı altında ezberlenmiş telkinler kullanarak ciddiyete davet etmek; olası sorunların kaynağını teşhis etmek yerine onu bir yetişkin gibi düşünüp sürekli konuşmalar yapmaktır ve ev ödevini gerçekleştirmemiş ya da buna imkân bulamamış yetişkin davranışıdır. Eğitim ve destek ise doğru davranışları açığa çıkaracak eylemler üretmektir ve şahsen uygulamaktır. Bu eylemlerin üretilmesinde işin eğlenceli yanlarına odaklanabilen mizahi yaklaşımlar etkin bir rol oynayabilir ve sıkıcı gerçeklik ile denge oluşturabilir. En basitinden; öğrencinin ders çalışmasını teşvik etmek kadar eğlence hakkı için de teşvik edici olunmalıdır. Dersi gerektiği zaman iki eğlenceli an arasındaki mola olarak düşünebilmek, durumu sıkıcı olmaktan çıkarabilir. Çocukların adalet anlayışı, eğlence arar yanlarına rağmen daha durudur.
CİDDİ ve GERÇEK: SINAVIN GİZLİ YÜZÜ…
Öğrencilerin kazanmak için çaba gösterdiği okulların kontenjanı ve başvuran aday sayısı arasında belli bir fark vardır. Sadece İstanbul ilindeki toplam aday sayısı 185.000 civarındadır. Bu kadar kalabalık sayıda adaydan eleme yapmanın tek bir yöntemi vardır: Öğrencilerin bütün bir yıl boyunca elde ettikleri kazanımları ölçmenin yanı sıra, muhakeme becerisine minik tuzaklar kurarak, unutulan bilgileri de ortaya çıkarmaktır. Özetlersek, SBS madalyonun iki yüzünü de sınayan bir sistemdir ve böyle de olmak zorundadır.

CİDDİ ve GERÇEK: YENİ MÜFREDAT ve SBS ARASINDAKİ ÇELİŞKİ…
Bilindiği gibi SBS, bilgi nakli yapan, ezberci eski sistemden vazgeçilince, yeni müfredata uygun olan ve öğrencinin okul başarısını da önemsetecek temeller üzerine kurulmuştur. Sınavın 3 yıla yayılmasındaki amaç; OKS’nin ortaöğretime geçişi tek bir sınav sonucuna terk etmiş, öğrencilere hatalarından ders çıkarma şansı vermeyen, rövanşsız ortamından kurtarmaktır
OKS’nin zayıf yanlarını OKS’den kurtularak çözmeye çalıştığımızda yerine getirdiğimiz SBS ile kendine özgü başka sorunlar oluşmaktadır:
- 3 yıllık bir süreç olan sınav, öğrencileri erken yaşta yakalamaktadır. Sınavın bir süreç haline getirilmesi, öğrencilere hatalarından ders çıkarma şansı vermiş görünse de her yıl aynı ciddiyeti göstermek disiplinden önce sabrı sınamaktadır.
- Maratona iyi başlayamamış bir öğrenci, iddialı hedefleri kaçırdığını düşünürse son iki yıl motivasyon kaybı yaşayabilmekte ve öğrenciyi geri kazanmak güçleşebilmektedir ki iyi başlamış öğrenciler de düşüş yaşayabilir…
- Yeni müfredat, bilgiye ulaşmanın yollarını keşfetmeye olanak tanıyan, ezbercilikten arındırılmış ve öğretmeni bilen değil yöneten konumuna getirmiştir. Bu model öğrencinin başaramadıklarına değil başardıklarına odaklanmaya çalışırken, SBS nihayetinde çoktan seçmeli bir testtir ve test soruları bilgi ölçmektedir. Bilgiyi ölçen sınavlar eksik
- SBS sorularına hazırlık, okul eğitiminin dışında bilgi gerektiren test soruları için özel önlem alınmasını tartışılmaz biçimde şart kılar. OKS’nin bu özelliğinden sıyrılmak mümkün olmamıştır.
BASİT HATTA EĞLENCELİ: SBS’NİN PÜF NOKTALARI…
Öğrencilerin oyun çağından tam olarak çıkmadığı bir yaşta yakalandığı bu sınav, belli özelliklere sahip bir öğrenci modelinin başarılı olabildiği bir eleme sistemidir. Sınavda çıkan soruların müfredatı bellidir. Çıkacak soruların kalıpları da önceden tahmin edilebilecek düzeydedir. Soru kalıplarını taklit eden bol miktarda soru çözmek, konu eksiği olmayan bir öğrencinin işini oldukça kolaylaştıracaktır. Bu kesin ve net teşhis olası sorunlarımızın miktarını azaltmakta bizi sınava hazırlık işinin en basit, en anlaşılır ve etkin konusuna odaklamaktadır. SBS, uzun süreli davranış değişikliği yaratmayan, hayat boyu pek işe yaramayan, yalnızca sınav günü hatırlanması gereken ve sınav sonrasında hemen unutulacak geçici bilgileri sınamaktan öteye geçemeyen, fakat alınacak iyi bir sonuç ile hayat boyu keyfi sürülebilecek, özü çok basit bir sınavdır. Bu durumda sınav günü hatırlanması gereken bilgiler önce öğrenilecek – ardından bu bilgiler, sınavı birebir taklit eden soruların çözümü ile kullanışlı hale getirilecek, sınav gününe kadar zihinsel hazır bulunuşluğu üst düzeyde tutmak için gerekli tekrarlar yapılacaktır. Bunu başarmış en iddiasız öğrenciler bile kendilerini şaşırtan iyi sonuçlar almıştır. Kendinden emin olacak düzeyde öğrenmiş öğrenci, olumsuz kaygıların hemen hepsini psikolojik destek almadan aşmayı başarmıştır. Büyük günün gelip çatmış olmasının tatlı telaşından başka da geriye hiçbir şey kalmamıştır.
SONUÇ…
Sınavın kaçınılmazlığını ve ayrı bir hazırlık gerektirdiğini kabul etmek durumundayız. Ortaöğretime geçişin 3 yıllık bir sürecin sonunda şekillendiğini, öğrencilerin ise sisteme oldukça erken bir yaşta yakalandığını göz önünde bulundurursak, sınav sonuçlarına yetişkinlik düzeyinde sahip çıkmalarını beklemek haksızlık olacaktır. Sorumluluklarını onların anladığı dilde hatırlatmak bile kendi başına bir eylemdir. Kendilerini yönetme becerilerinin henüz oturmadığı bu sancılı dönemde onlar için en iyisi, kendilerini tamamıyla tanımış sevenleridir.
“KENDİNİ ÇOK CİDDİYE ALAN BİRİSİ, DİĞERLERİNİN MİZAH KONUSUDUR.”
Mutlu ve sağlıklı yıllara…